Kafa karıştıran yönleri ile anlamak biraz zaman alabilir ancak Neil Gaiman’ın romanından uyarlanan “American Gods” Starz için yeni bir efsane dizi haline gelebilir.
Önemli Uyarı: Eğer diziyi izlemediyseniz bu yorum dizi hakkında spoiler içerebilir.
“American Gods” şimdiye kadar Amerikan televizyonlarında yayınlanan en ilginç dizilerden biridir. Hannibal’ın yaratıcısı Bryan Fuller’in ortak yapımcısı olduğu dizi, son iki yılın top 10 listesinde birinci sırada yer alıyor. Hannibal’da tuhaf bir diziydi. Oldukça kanlı sahneleri, sadece rüyalarda görülecek atmosferik görüntüleri ile geleneksel hikaye anlatımından çok uzaktı. American Gods hikaye anlatımı olarak “Hannibal” ile “The Andy Griffith Show” karışımına benzetilmektedir.
Dizi, aç ve susuz kalmış Norveçli kaşiflerin Amerika kıtasında karaya çıkması, korkunç derecede acı çekmeleri ve çaresizlik içinde onları görmezden gelen doğaüstü güçlere yönelmesi ile ilgili bir prolog ile başlıyor. Bölüm başlangıçlarında insanlarla tanrılar arasındaki ilişkileri anlatan, ana tema ile bağlantılı hikayeler yer alıyor. Esas konu ise cezaevinden tahliye edildiği anda eşi Laura’nın (Emily Browning) bir araba kazasında öldüğünü öğrenen Shadow Moon (The 100 ile bilinen Ricky Whittle) karakteri etrafında dönüyor. Kısa sürede Shadow, herşey hakkında felsefi bir fikri olan, küstah bir adam Mr. Wednesday’in (Ian McShane (McShane için mükemmel bir rol)) yörüngesine düşer. Mr. Wednesday, Shadow’u koruyucusu olarak işe alır. Shadow ise neler olup bittiği konusunda çok fazla soru sormadan pasif biri olarak hizmet eder.
Dizi daha sonra pikaresk bir anlatım haline gelir. Mr. Wednesday ve Shadow Moon, ABD’yi büyük ve eski bir Amerikan arabası ile turlayarak, çeşitli doğaüstü figürlere uğrar ve onlarla sohbet ederler. Bunların arasında doğaüstü güçleri olan Zorya Vechernyaya (90 yaşındaki Cloris Leachman) liderliğindeki üçlü kızkardeşler, tek balyoz vuruşu ile mezbahada hayvanları öldüren Zorya’nın oda arkadaşı Czernobog (Peter Stormare), öfkeli yapısıyla Shadow Moon’u dövüşmeye zorlayan ve bir “Leprikon” olan (İrlanda mitolojisinde İrlanda Adası’nda yaşadığına inanılan yeşil giyinen, ayakkabıcılıkla uğraşan küçük vücutlu cinler) Mad Sweeney (Pablo Schreiber) ve bir süpermarkette Lucille Ball’i andıran görüntüsü ile televizyonda görünerek Shadow’u baştan çıkarmaya çalışan bir kadın (Gillian Anderson) yer alır.
Yazıya devam edip etmemekte kararsızım. Çünkü American Gods’ı izleyenler için sürpriz esastır. Neil Gaiman’ın popüler romanından Fuller ve Michael Green (Logan’ın senaryo yazarı) tarafından uyarlanan bu diziye başlayanların büyük bir kısmı anlamakta zorluk çekecektir. Fakat ilerleyen bölümlerde tıpkı “Game of Thrones” dizisinde olduğu gibi konunun nasıl dramatikleştiğini görmek için sabırsızlanacaksınız. Tüm bunlara ek olarak dizinin yoğun cinsellik, kan ve vahşet görüntüleri içerdiğini de söyleyelim.
Gaiman’ın romanını okumadım. Kitaba ne derece sadık gidiyor bilmiyorum fakat ilk dört bölümü izledikten sonra, American Gods’ı “Hannibal” kadar sevmediğimi söyleyebilirim. Fakat konunun gidişatı ve merak duygusu beni izlemeye mahkum etti. İkinci sezon beklentilerimi fazlasıyla karşılayacağını umuyorum. Dizi ya izleyicileri çıldırtacak ya da beklemeye değer bir hikaye olacak türde ilerliyor. Son zamanlarda izlediğim dizilerde bu karmaşa ve düzensizlik AMC’nin Preacher, FX’in Legion, BBC America’nın Dirk Gently’s Holistic Detective Agency ve Netflix’in Marvel serilerinde de var. Yine de American Gods izlemeye değer görülüyor.
Not: Mümkünse büyük bir ekranda diziyi izleyin ve dikkatinizin dağılmasına izin vermeyin.